Sizce eş anlamlı mı bu iki kelime? Seks dediğimiz şey sevişmek midir?
Sevişmenin seksle hiç bir ilgisi yoktur. Bir meditasyona, bir ibadete dönüştüğünde, enerjiler eriyerek, birbirine karıştığında işte o bir sevişmedir. Bir eylem, eğlence ya da oyun değildir, bir adanmadır.
Bu tamamen aşk ile ilgilidir, çünkü aşk gevşediğinde yaşadığın deneyime en yakın yaşanan şey. Sevemezsen, gevşemen imkânsız. Gevşeyebilirse ancak sevgi dolu bir yaşama sahip olabilir insan.
Gençken özenir, günlükler alır yazardım bir şeyler. Yürümedi. Her seferinde unuttum gitti. O kadar çok şey geçiyordu ki kafamdan, oturup yazarken yoruluyordum. İyisi mi dinleyecek birileri bulup anlatmaktı hikayeleri. Ne kadar da boldu be kardeşim o zaman dinleyecek insan. Hepimiz birbirimizi dinlerdik. Ne anlatırsa anlatsın. Toplum mu değişti yoksa biz mi yaşlandık mı bilmiyorum. Ama artık çok zor. Bir yandan da doluyor doluyor, anlatmak istiyorsun…
Pazar, Kasım 26, 2006
Pazar, Eylül 10, 2006
O an...
Ânı yaşamakla ilgili olarak çok güzel bir şey daha okudum dün: "Ânı yaşayın, çünkü şu an için doğru olan, yarın yanlış olabilir."
Süper değil mi? Yapılacak şey tutarlı olmamak. Yaşamaya çalışmak. Bütün tutarsızlıklarla, ânı, geçmişi referans almadan, ya da geleceği referans almadan yaşamak.
İşte o an, ne yaparsan yap, kendine özgü bir güzelliği olacaktır.
Süper değil mi? Yapılacak şey tutarlı olmamak. Yaşamaya çalışmak. Bütün tutarsızlıklarla, ânı, geçmişi referans almadan, ya da geleceği referans almadan yaşamak.
İşte o an, ne yaparsan yap, kendine özgü bir güzelliği olacaktır.
Cuma, Ağustos 25, 2006
Değersizlik üzerine...
Hayata direk negatif başlıyor insanlar. Belki kültürel, belki de dinlerin getirdiği bir alışkanlık. İnsan doğuştan günahkârdır örneğin bazı dinlerde. Her şey öncelikle sana kendini değersiz hissettirmeye çalışır.
Bu nedenle de temel amacımız bir değerimizin olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. İyi bir iş, futbolda madalya, üniversite sınavı, iyi bir eş... Her basit neden kendimizi kanıtlamak için bir şanstır.
Yeni tanıştığım topluluklarda özellikle izlemeye geçerim. İnsanlar en çabuk yoldan aslında ne kadar önemli, zengin, kariyerli yani kısaca değerli olduklarını ispatlamaya çalışırlar. İlk atağa geçen, en sorunlusudur. Dayanamaz, hemen atağa geçer. Bazılarıysa çok zekidir. Hemen atmazlar kendilerini ortaya, zekice cümlelerin içine gizlemeye çalışırlar. (Örneğin bir şey yiyorsanız, Milano'da şöyle yaparlar demezler ama bunun çileklisini yaparlar, daha zarif oluyor filân derler, anlarsın sen elemanın seyahat ettiğini)
Osho diyor ki "İnsanın başına gelen en büyük felâket: başarı fikri, 'başarılı' olma zorunluluğu."
Bu yanlış, derhal kurtulun bundan...
Bu nedenle de temel amacımız bir değerimizin olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. İyi bir iş, futbolda madalya, üniversite sınavı, iyi bir eş... Her basit neden kendimizi kanıtlamak için bir şanstır.
Yeni tanıştığım topluluklarda özellikle izlemeye geçerim. İnsanlar en çabuk yoldan aslında ne kadar önemli, zengin, kariyerli yani kısaca değerli olduklarını ispatlamaya çalışırlar. İlk atağa geçen, en sorunlusudur. Dayanamaz, hemen atağa geçer. Bazılarıysa çok zekidir. Hemen atmazlar kendilerini ortaya, zekice cümlelerin içine gizlemeye çalışırlar. (Örneğin bir şey yiyorsanız, Milano'da şöyle yaparlar demezler ama bunun çileklisini yaparlar, daha zarif oluyor filân derler, anlarsın sen elemanın seyahat ettiğini)
Osho diyor ki "İnsanın başına gelen en büyük felâket: başarı fikri, 'başarılı' olma zorunluluğu."
Bu yanlış, derhal kurtulun bundan...
Cuma, Ağustos 18, 2006
Salata yiyen erkekler
Pek moda oldu bu tartışma. Ben de katılayım ucundan biraz.
Yemeğe çıktınız erkek arkadaşınızla. Eleman kendine salata ısmarladı. Ne düşünürsünüz?
Eğer kadın olsaydım, uzaklaşmanın yollarını arardım sanırım.
Çünkü salata yiyen erkekler vücutları konusunda takıntılı olabilirler. Mükemmeliyetçi olma ihtimalleri de yüksektir. Kadınlar maskülen erkek tercih ederler genelde (maço değil).
Bilemiyorum ne derecede tatmin edebilir sohbetleri?
Bence ideal erkek direk kırmızı ete dalandır. Görgüsüne göre kebapta olabilir, soslu bir bonfile de. Yanında rakı da olabilir, kırmızı şarapta.
Ama salata yanında soda içen bir erkek... Hayâl bile etmek istemiyorum.
Yemeğe çıktınız erkek arkadaşınızla. Eleman kendine salata ısmarladı. Ne düşünürsünüz?
Eğer kadın olsaydım, uzaklaşmanın yollarını arardım sanırım.
Çünkü salata yiyen erkekler vücutları konusunda takıntılı olabilirler. Mükemmeliyetçi olma ihtimalleri de yüksektir. Kadınlar maskülen erkek tercih ederler genelde (maço değil).
Bilemiyorum ne derecede tatmin edebilir sohbetleri?
Bence ideal erkek direk kırmızı ete dalandır. Görgüsüne göre kebapta olabilir, soslu bir bonfile de. Yanında rakı da olabilir, kırmızı şarapta.
Ama salata yanında soda içen bir erkek... Hayâl bile etmek istemiyorum.
Perşembe, Ağustos 10, 2006
Tatil manzaralari
Bu Ruslar âlem millet. Onlar olmasa ne olur hâlimiz merak ediyorum yâni. O kadar çok farklı şekillerde etkileri oluyor ki;
Bir kaçını ben sayayım, gerisini siz söyleyin;
1. Ucuz mucuz tesisleri dolduruyorlar. (+)
2. Abazalarımıza cinsel destek oluyorlar. (-)
3. Erkeklere kadın tavlamanın ne kadar kolay olduğunu ispat ediyorlar (-)
4. Erkeklere bir kadının aslında nâsıl davranması gerektiğini gösteriyorlar (+)
5. Bir çok erkek, karısını bırakıp, biriyle evlenmeyi tercih ediyor (-)
Bir kaçını ben sayayım, gerisini siz söyleyin;
1. Ucuz mucuz tesisleri dolduruyorlar. (+)
2. Abazalarımıza cinsel destek oluyorlar. (-)
3. Erkeklere kadın tavlamanın ne kadar kolay olduğunu ispat ediyorlar (-)
4. Erkeklere bir kadının aslında nâsıl davranması gerektiğini gösteriyorlar (+)
5. Bir çok erkek, karısını bırakıp, biriyle evlenmeyi tercih ediyor (-)
Pazartesi, Temmuz 10, 2006
Tatil
İzmir'i bilirsiniz. Yaz geldi mi program diye bir şey kalmaz. Dışarıda yaşarız genelde.
Tüm hafta sonu Çeşme'de, hafta içi de -en az- iki kez gideriz. Geriye kalanlarda da dışarıda bir şeyler içmeyle filân geçer.
İhmal ettik yâni burayı, arada uğramayı istesem de söz veremiyorum. En kötü olasılıkla sonbaharda görüşürüz.
Tüm hafta sonu Çeşme'de, hafta içi de -en az- iki kez gideriz. Geriye kalanlarda da dışarıda bir şeyler içmeyle filân geçer.
İhmal ettik yâni burayı, arada uğramayı istesem de söz veremiyorum. En kötü olasılıkla sonbaharda görüşürüz.
Perşembe, Mayıs 25, 2006
Yanlış anlama...
Kadınlar sürekli olarak erkeklerin onları yanlış anladıklarından şikâyet ederler. Derler ki, etraflarındaki erkeklere gösterdikleri en küçük yakınlık, onlar tarafından hemen yanlış anlaşılma ve değişik teklifler olarak geriye dönüyor.
Bu kadınları genellikle samîmi bulmuyorum. Çünkü aslında tecrübeleriyle olayların nasıl sonuçlanacağını bilmelerine rağmen, öz güvenlerini tekrar tekrar onaylatma ihtiyacı ile bu oyunu oynuyorlar.
Kundera der ki "Bir erkek ile bir kadın arasında cinselliğe dayanmayan bir ilişki olamaz."
Yorumu açık bırakıyorum...
Bu kadınları genellikle samîmi bulmuyorum. Çünkü aslında tecrübeleriyle olayların nasıl sonuçlanacağını bilmelerine rağmen, öz güvenlerini tekrar tekrar onaylatma ihtiyacı ile bu oyunu oynuyorlar.
Kundera der ki "Bir erkek ile bir kadın arasında cinselliğe dayanmayan bir ilişki olamaz."
Yorumu açık bırakıyorum...
Salı, Mayıs 16, 2006
Anı yaşa...
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de kopekten korkmaya baslar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki, "Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."
Ünlü yazar Shakspeare, bu konuda şöyle diyor:"İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."
Ünlü yazar Shakspeare, bu konuda şöyle diyor:"İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."
Salı, Mayıs 09, 2006
Tekâmül üzerine...
Neye inandığınızı bilmiyorum... Teist, Deist ya da Agnostic. Ama düşündünüz mü hiç niye varız, ne yapıyoruz bu âlemde diye? Korkmayın bugün Allah için ne yaptın diye sormayacağım.
Benim inancım şudur ki, yaşam tekâmül üzerine kurulu. Yeniden, tekrar tekrar dünyaya gelmek üzerine. Hinduizm başta olmak üzere neredeyse tüm doğu dinleri ve ezoterik öğretiler de bunu destekler. Bir tek monoteist dinler (İslam, Hristiyanlık ve Mûsevilik) bu fikirde değildir.
Bu bir inanç tabii, ispatlayabilir miyim? Hayır. Ama tüm dinlerin ortak paydasının iyi ahlâklı insanlar yaratmak olduğuna dikkat etmeli. İnancınıza göre iyi ahlâklı olarak ya bu dünyada ya da diğer dünyada ödüllendirileceğinize inanabilirsiniz. Ama bir takım insan da, her ikisinde de değil, bir sonraki yaşamında bu ödülü alacağına inanır.
Bana çok ilginç gelir örneğin, 35 yaşımda bulduğum bir fikre yada öğretiye daha 20'sinde bir gencin sâhip olması. Ya da bazen öyle birine denk gelirsiniz ki, çok dingindir, evrenin tüm sırlarına hâkimmiş gibi sakin (cool) davranışları vardır.
İnanıyorum ki bu tarz insanlar, evrensel tekâmül zincirinde benden çok daha iyi noktadalar. Ve Yaradan'a -ya da Nirvana'ya, her neye inanıyorsanız- benden çok daha yakındalar.
Bu nedenle bedenime değil, ruhuma yatırım yapmaktır felsefem.
Yanımda götürebileceğim tek şeye...
Benim inancım şudur ki, yaşam tekâmül üzerine kurulu. Yeniden, tekrar tekrar dünyaya gelmek üzerine. Hinduizm başta olmak üzere neredeyse tüm doğu dinleri ve ezoterik öğretiler de bunu destekler. Bir tek monoteist dinler (İslam, Hristiyanlık ve Mûsevilik) bu fikirde değildir.
Bu bir inanç tabii, ispatlayabilir miyim? Hayır. Ama tüm dinlerin ortak paydasının iyi ahlâklı insanlar yaratmak olduğuna dikkat etmeli. İnancınıza göre iyi ahlâklı olarak ya bu dünyada ya da diğer dünyada ödüllendirileceğinize inanabilirsiniz. Ama bir takım insan da, her ikisinde de değil, bir sonraki yaşamında bu ödülü alacağına inanır.
Bana çok ilginç gelir örneğin, 35 yaşımda bulduğum bir fikre yada öğretiye daha 20'sinde bir gencin sâhip olması. Ya da bazen öyle birine denk gelirsiniz ki, çok dingindir, evrenin tüm sırlarına hâkimmiş gibi sakin (cool) davranışları vardır.
İnanıyorum ki bu tarz insanlar, evrensel tekâmül zincirinde benden çok daha iyi noktadalar. Ve Yaradan'a -ya da Nirvana'ya, her neye inanıyorsanız- benden çok daha yakındalar.
Bu nedenle bedenime değil, ruhuma yatırım yapmaktır felsefem.
Yanımda götürebileceğim tek şeye...
Cumartesi, Mayıs 06, 2006
Mutluluk üzerine...
Mutlusunuz... Bazı sorunlarınız var ama Allah'a şükür modundasınız. Ve birden yaşamınıza başka biri çıkıyor.
Sizce daha mutlu olmak için öncekini bitirip, diğerine zıplamalı mısınız?
Hayata nasıl baktığınıza bağlı;
Eğer gelenekselciyseniz, size bu kadar katlanmış, zor günlerinizde birlikte olmuş erkeği/kadını bırakamayacağınızı düşünürsünüz.
Ama varoluşçuysanız, yaşamın kısa olduğunu ve daha mutlu olmaya hakkınız olduğunu düşünürsünüz.
Siz ne yaparsınız?
Sizce daha mutlu olmak için öncekini bitirip, diğerine zıplamalı mısınız?
Hayata nasıl baktığınıza bağlı;
Eğer gelenekselciyseniz, size bu kadar katlanmış, zor günlerinizde birlikte olmuş erkeği/kadını bırakamayacağınızı düşünürsünüz.
Ama varoluşçuysanız, yaşamın kısa olduğunu ve daha mutlu olmaya hakkınız olduğunu düşünürsünüz.
Siz ne yaparsınız?
Çarşamba, Mayıs 03, 2006
Nasılsınız?
Aslında başka bir şey yazmayı plânlıyordum. Ama ânı yaşamak ile ilgili öyle güzel bir yazı geldi ki bugün, buraya almadan edemedim.
"Nasılsın? İyi misin?" diye sordu annem. "İyiyim" dedim; âdettendir ya...
Kısa süren telefon konuşmasının ardından, nereden esinlendiğini bilemediğim bir düşünce huzursuzluk verici bir saplantı halinde saatlerime mal oldu.
Otuz yedi yaşımdayım ve bu yaşıma kadar bir kez olsun "Mutlu musun?" diye sormamıştı. Ne kadar düşünsem de anımsayamadım. Eminim ki sormuş olsaydı hatırlardım.
"İyi" olmakla "Mutlu" olmak arasındaki fark... Meğer ne büyükmüş.
Tut ki üç yaşında bir çocuğun var. Mesâi saatlerinde ona bakabilecek bir bakıcı arıyorsun. İki aday buldun. Birinci aday çok titiz. Uyku saatleri konusunda despot, yemek zamânı ve dengeli beslenme konusunda ise bir uzman. Hijyen desen ondan sorulur.
İkinci bakıcı ise sanırım biraz zıpır. Zeki bir kıza benziyor. Bebek onu daha çok sevdi. İyi anlaştılar.
Hangisini tercih ederdin?
İlk bakıcıyı seçersen çocuğun sağlıklı olur. Temiz bir ortamda düzenli bir hayat sürer. Dengeli beslenir, zekâ gelişimine yararı olacak oyunlar oynar. İyi olur yani.
İkinci bakıcıda ise üşüyüp hasta olabilir. Çikolata, dondurma, cips ve benzeri abur cuburla beslenme riski söz konusudur. Eve döndüğünde çamurlara bulanmış, kum havuzunda tepinmekten giysileri kum içinde kalmış, paçaları ıslak bir çocukla karsılaşabilirsin. Gün boyu çığlık çığlığa kahkahalar atmaktan bitkin düşmüş yavrunu, halının üzerinde uyumuş kalmış bulabilirsin.
Geçirdiği harika günün gülümsemesi, uykuya teslim olmuş yüzündedir; kim bilir hangi burun üstü çakılmadan armağan alnındaki çizikler ve son çikolatanın dudağının kenarında kalmış lekesi de... Bebek mutludur.
Bir bebek söz konusu ise eminim ki çoğunluk ilk bakıcıyı tercîh edecektir. Peki ya bu yazıyı okuyan sen... Mutlu musun? İyi misin? İkisi birden olabilir misin? İyi düşün ve kendine karsı dürüst ol.
Bu aralar annem, evlenmem konusunda üzerimdeki baskılarını artırdı. Bir yığın aday bulup karşıma dikiliyor. Adaylar ona göre mükemmel. Evinin kadını olabilecek, beni derleyip toparlayacak, hayatımı düzene sokacak kızlar. Tabii ki kişilikleri de aynen öyle. Hepsi öncelikle birer anne adayı. Eş değil, yoldaş değil. "Keşke anne olacağımıza, öncelikle bir sevgili ve bir eş olabilseydik" diyecekleri yaşlarına henüz gelememişler. O geri dönüşü olmayan zamana...
Anneme rest çektim. Mutluluğu seçiyorum. Açlıktan ölmeyecek kadar yiyeceğim. Canım istediğinde uyuyacağım. Ertesi gün iş yerimde uykusuzluktan gebereceğim. Parasız kaldığımda rakı veya bira yerine ucuz şarap içeceğim. Hayatımla ilgili hiçbir plan yapmayacağım. Hafta sonlarımda ve tatillerimde sadece olmak istediğim yerde olacağım. Çocuğumu ikinci bakıcıya vereceğim ve tekil şahıs kipiyle kurduğum tüm bu cümleleri çoğul yapabilecek kadına elimi uzatacağım.
İktisat teorisi: Ders 1, yas 35: Sermaye belirsizliğinde, günlük kâr esasına dayalı ticari yöntemler geçerlilik kazanır.
Ömürden daha belirsiz bir sermaye var mıdır?
O halde: Bu gün, yarından arttırdığımla yetinmeyeceğim; yârına, bugünden arttırdığımı bırakacağım.
Sorumsuz olduğumu düşünenlerle musalla taşında dalgamı geçeceğim:
"Nasılsın? İyi misin?"
"İyiliğin ölçütü soruyu sorana göre değişir. Sana göre iyi değilim anne ama mutluyum."
...
PEKİ, YA SİZ?
Yazarı bilinmiyor
"Nasılsın? İyi misin?" diye sordu annem. "İyiyim" dedim; âdettendir ya...
Kısa süren telefon konuşmasının ardından, nereden esinlendiğini bilemediğim bir düşünce huzursuzluk verici bir saplantı halinde saatlerime mal oldu.
Otuz yedi yaşımdayım ve bu yaşıma kadar bir kez olsun "Mutlu musun?" diye sormamıştı. Ne kadar düşünsem de anımsayamadım. Eminim ki sormuş olsaydı hatırlardım.
"İyi" olmakla "Mutlu" olmak arasındaki fark... Meğer ne büyükmüş.
Tut ki üç yaşında bir çocuğun var. Mesâi saatlerinde ona bakabilecek bir bakıcı arıyorsun. İki aday buldun. Birinci aday çok titiz. Uyku saatleri konusunda despot, yemek zamânı ve dengeli beslenme konusunda ise bir uzman. Hijyen desen ondan sorulur.
İkinci bakıcı ise sanırım biraz zıpır. Zeki bir kıza benziyor. Bebek onu daha çok sevdi. İyi anlaştılar.
Hangisini tercih ederdin?
İlk bakıcıyı seçersen çocuğun sağlıklı olur. Temiz bir ortamda düzenli bir hayat sürer. Dengeli beslenir, zekâ gelişimine yararı olacak oyunlar oynar. İyi olur yani.
İkinci bakıcıda ise üşüyüp hasta olabilir. Çikolata, dondurma, cips ve benzeri abur cuburla beslenme riski söz konusudur. Eve döndüğünde çamurlara bulanmış, kum havuzunda tepinmekten giysileri kum içinde kalmış, paçaları ıslak bir çocukla karsılaşabilirsin. Gün boyu çığlık çığlığa kahkahalar atmaktan bitkin düşmüş yavrunu, halının üzerinde uyumuş kalmış bulabilirsin.
Geçirdiği harika günün gülümsemesi, uykuya teslim olmuş yüzündedir; kim bilir hangi burun üstü çakılmadan armağan alnındaki çizikler ve son çikolatanın dudağının kenarında kalmış lekesi de... Bebek mutludur.
Bir bebek söz konusu ise eminim ki çoğunluk ilk bakıcıyı tercîh edecektir. Peki ya bu yazıyı okuyan sen... Mutlu musun? İyi misin? İkisi birden olabilir misin? İyi düşün ve kendine karsı dürüst ol.
Bu aralar annem, evlenmem konusunda üzerimdeki baskılarını artırdı. Bir yığın aday bulup karşıma dikiliyor. Adaylar ona göre mükemmel. Evinin kadını olabilecek, beni derleyip toparlayacak, hayatımı düzene sokacak kızlar. Tabii ki kişilikleri de aynen öyle. Hepsi öncelikle birer anne adayı. Eş değil, yoldaş değil. "Keşke anne olacağımıza, öncelikle bir sevgili ve bir eş olabilseydik" diyecekleri yaşlarına henüz gelememişler. O geri dönüşü olmayan zamana...
Anneme rest çektim. Mutluluğu seçiyorum. Açlıktan ölmeyecek kadar yiyeceğim. Canım istediğinde uyuyacağım. Ertesi gün iş yerimde uykusuzluktan gebereceğim. Parasız kaldığımda rakı veya bira yerine ucuz şarap içeceğim. Hayatımla ilgili hiçbir plan yapmayacağım. Hafta sonlarımda ve tatillerimde sadece olmak istediğim yerde olacağım. Çocuğumu ikinci bakıcıya vereceğim ve tekil şahıs kipiyle kurduğum tüm bu cümleleri çoğul yapabilecek kadına elimi uzatacağım.
İktisat teorisi: Ders 1, yas 35: Sermaye belirsizliğinde, günlük kâr esasına dayalı ticari yöntemler geçerlilik kazanır.
Ömürden daha belirsiz bir sermaye var mıdır?
O halde: Bu gün, yarından arttırdığımla yetinmeyeceğim; yârına, bugünden arttırdığımı bırakacağım.
Sorumsuz olduğumu düşünenlerle musalla taşında dalgamı geçeceğim:
"Nasılsın? İyi misin?"
"İyiliğin ölçütü soruyu sorana göre değişir. Sana göre iyi değilim anne ama mutluyum."
...
PEKİ, YA SİZ?
Yazarı bilinmiyor
Perşembe, Nisan 27, 2006
Kameralar
Kameralar AIDS'den sonra insanlığın başına gelen en büyük felaket! Herkes gizlice kayıt edilmekten korkuyor...
Zaman zaman eski pornolardaki o saadet dolu günleri izliyorum. Bütün bir eyleme değil, insanların prezarvatif kullanmadan ne kadar da rahat ve özgür olduklarını görüyor ve kıskanıyorum.
Artık prezarvatifle bile insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar, neredeyse seksten önce bir check-up raporu istenecek.
Şimdi bir de kamera çıktı, sanırım yakında seksle değil mitoz ya da mayoz bölünerek çoğalacağız (hiç anlamam biyolojiden :-))
Zaman zaman eski pornolardaki o saadet dolu günleri izliyorum. Bütün bir eyleme değil, insanların prezarvatif kullanmadan ne kadar da rahat ve özgür olduklarını görüyor ve kıskanıyorum.
Artık prezarvatifle bile insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar, neredeyse seksten önce bir check-up raporu istenecek.
Şimdi bir de kamera çıktı, sanırım yakında seksle değil mitoz ya da mayoz bölünerek çoğalacağız (hiç anlamam biyolojiden :-))
Çarşamba, Nisan 26, 2006
Anı yaşamak...
Bayıldığım Akşam'ın pazar eki Brunch'taki bir yazı sinirlendirdi beni. Burak Turna yazmış, başlığı "Stratejik Düşünmek". İlk cümleyi aynen yazıyorum : "Bir bireye ya da bir şirkete en fazla zarar veren şey günü yaşamaktır. Herkesin bir yaşam stratejisi olmalı, gelecek için planlar yapmalıdır. Başarı ancak bundan sonra gelir." Elemanın fotoğrafını görseniz, zaten anlık zevklere ne kadar uzak biri olduğunu anlarsınız.
Bu arkadaş varoluşçuluku o kadar çok arka tarafından anlamış ki, bu kadar olur yani. Sanki ânı yaşamak, vur patlasın, çal oynasın takılmak, bir şeylerim, diğer bir şeylerime denk demek.
Burak Bey derhal burada devreye giriyor ve bize sopayı gösteriyor: "Stratejik düşünmeyenler, her zaman için akıntının onları götürdüğü yere giderler." Ve kılıcı savuruyor : "Yani günü yaşa felsefesi temelde yanlış bir felsefedir."
İbo gibi konuşayım : "Saygı duyarım, onun düşüncesidir.". Ama kelimelerin kendi anlamları yerine, direk olarak felsefenin ne dediğine baksa çok iyi olur. Pozitif ve negatif varoluşçuluğu incelese, tarihsel gelişimine baksa ve sonra bir karara uysa iyi ederdi. Sonuçta büyük bir gazetede yazıyorsun ve seni okuyan bir sürü kişi var, burada benim gibi 15-20 kişiye (temelde kendi için) yazmıyor. İnsanlar buna bakarak karar veriyorlar. (Prof.Dr.) Üstün (Dökmen) Hoca bu yazıyı okuduysa ne üzülmüştür, bu kadar yılını verdi bu işe, insanları ânı yaşamaya iknâ edebilmek için. Birileri direk girip darma duman ediyor ortalığı...
Ânı yaşamak demek, hayatı, olduğunuz gibi yaşarken, mevcut güzelliklerin de farkına varabilmek demektir. Örneğin: Arabayla evinize gidiyorsunuz ve eve yaklaşırken çok güzel bir müzik çalmaya başladı radyoda. Ama hemen sonra eve geldiniz. Ne yapıyoruz genellikle? Daha eve yaklaşırken emniyet kemerini çözüp, cüzdan, paket ne varsa alıp, eve varır varmaz da kendimizi dışarı atıp eve koşuyoruz...
Ama ânı yaşamak der ki, ne bu acele? Ne güzel müzik çalıyor, rahatla biraz, kapat motoru, bırak müzik bitsin. İki dakika daha otur arabada ve o ânın keyfini çıkar. Koşarak gitme eve, yürürken etrafının farkına var. Bak köşede kara gözleriyle sana bakan bir kedi iyi akşamlar diyor, o iki kaldırım taşının arasından bir çiçek fırlamış her şeye rağmen, tek amacı sana hayatı güzelleştirmek. Amacın eve gitmek olmasın, eve gitme eyleminin kendisinden keyif almaya çalış.
Neyse, koca kitapları burada anlatacak değilim, ama bu arkadaş ânı yaşamayı eve gitme, koş meyhaneye şeklinde anlamış.
Bu arkadaş varoluşçuluku o kadar çok arka tarafından anlamış ki, bu kadar olur yani. Sanki ânı yaşamak, vur patlasın, çal oynasın takılmak, bir şeylerim, diğer bir şeylerime denk demek.
Burak Bey derhal burada devreye giriyor ve bize sopayı gösteriyor: "Stratejik düşünmeyenler, her zaman için akıntının onları götürdüğü yere giderler." Ve kılıcı savuruyor : "Yani günü yaşa felsefesi temelde yanlış bir felsefedir."
İbo gibi konuşayım : "Saygı duyarım, onun düşüncesidir.". Ama kelimelerin kendi anlamları yerine, direk olarak felsefenin ne dediğine baksa çok iyi olur. Pozitif ve negatif varoluşçuluğu incelese, tarihsel gelişimine baksa ve sonra bir karara uysa iyi ederdi. Sonuçta büyük bir gazetede yazıyorsun ve seni okuyan bir sürü kişi var, burada benim gibi 15-20 kişiye (temelde kendi için) yazmıyor. İnsanlar buna bakarak karar veriyorlar. (Prof.Dr.) Üstün (Dökmen) Hoca bu yazıyı okuduysa ne üzülmüştür, bu kadar yılını verdi bu işe, insanları ânı yaşamaya iknâ edebilmek için. Birileri direk girip darma duman ediyor ortalığı...
Ânı yaşamak demek, hayatı, olduğunuz gibi yaşarken, mevcut güzelliklerin de farkına varabilmek demektir. Örneğin: Arabayla evinize gidiyorsunuz ve eve yaklaşırken çok güzel bir müzik çalmaya başladı radyoda. Ama hemen sonra eve geldiniz. Ne yapıyoruz genellikle? Daha eve yaklaşırken emniyet kemerini çözüp, cüzdan, paket ne varsa alıp, eve varır varmaz da kendimizi dışarı atıp eve koşuyoruz...
Ama ânı yaşamak der ki, ne bu acele? Ne güzel müzik çalıyor, rahatla biraz, kapat motoru, bırak müzik bitsin. İki dakika daha otur arabada ve o ânın keyfini çıkar. Koşarak gitme eve, yürürken etrafının farkına var. Bak köşede kara gözleriyle sana bakan bir kedi iyi akşamlar diyor, o iki kaldırım taşının arasından bir çiçek fırlamış her şeye rağmen, tek amacı sana hayatı güzelleştirmek. Amacın eve gitmek olmasın, eve gitme eyleminin kendisinden keyif almaya çalış.
Neyse, koca kitapları burada anlatacak değilim, ama bu arkadaş ânı yaşamayı eve gitme, koş meyhaneye şeklinde anlamış.
Pazartesi, Nisan 24, 2006
Biraz daha antropoloji...
Erkeklerin tüm dünyayı kontrol etmesi kadınları oldum olası kızdırır. Ama yapacakları çok bir şeyleri yok, sonuçta milyonlarca yıllık program.
Başlangıçta hem ot hem et yiyen erkekler vardı. Ama daha çok eti tercih edenler, aldıkları fazlalık proteinden dolayı daha çok beyin hücresine ve daha güçlü kaslara sahip oldular. Ve hayatta kalma şansları arttı.
Yani diyorum ki, bizler, o çok et yiyen erkeklerin torunlarıyız. Yemeyen atalarımız yok oldu gitti.
Bu nedenle biz erkekler, sizler nazikçe salatanızı yerken, koca koca bonfilelere saldırıyor, ya da 2-3 gün et yemezsek derhal kendimizi kebapçıya atıyoruz.
Kızlar! Çok et tüketin, çocuklarınıza tükettirin. Daha çok protein, daha fazla zihinsel güç demek. Beyin, düşmandan kaçarken de, avlanırken de işinize yarar...
Başlangıçta hem ot hem et yiyen erkekler vardı. Ama daha çok eti tercih edenler, aldıkları fazlalık proteinden dolayı daha çok beyin hücresine ve daha güçlü kaslara sahip oldular. Ve hayatta kalma şansları arttı.
Yani diyorum ki, bizler, o çok et yiyen erkeklerin torunlarıyız. Yemeyen atalarımız yok oldu gitti.
Bu nedenle biz erkekler, sizler nazikçe salatanızı yerken, koca koca bonfilelere saldırıyor, ya da 2-3 gün et yemezsek derhal kendimizi kebapçıya atıyoruz.
Kızlar! Çok et tüketin, çocuklarınıza tükettirin. Daha çok protein, daha fazla zihinsel güç demek. Beyin, düşmandan kaçarken de, avlanırken de işinize yarar...
Salı, Nisan 18, 2006
Skorer oyuncular...
Sizce niye insanlar sürekli eş değiştirir?
Bir kaç ilişkisi olanları anlarım. Değişik tadların peşinde koşabilirler. Ama onlarca ya da yüzlerce eşiniz olduysa? Aralarında bir fark görebiliyor musunuz? Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Thomas'ın aradığı detayları mı arıyorsunuz? Hayır, gerçekten çok az fark var. Ve bu fark, matematikte bir limitin sonsuza giderken kesrin sabit bir sayıya yaklaşması gibi, deneyiminiz belli bir üst limiti aştıktan sonra artık farkedilmez oluyor.
Peki hâlâ niye insanlar skor peşinde koşar?
Çünkü aslında onlar olabildiğince fazla erkek/kadın tanımaya çalışmıyor, arada fark aramıyorlar. Temelde eksik özgüvenlerinin onaylanmasını bekliyorlar. Sevgi eksiklerini tamamlamaya çalışıyorlar.
Her birlikte olduğu kişi, onda yalnızca zafer duygusu uyandırır. Yine elde etmiştir, hâlâ iyidir, hâlâ beğenilmektedir. Zafer onundur.
İnanın bir zamanlar yatağa götürdüğüm kadınları çıplak gördüğümde, canım onlarla birlikte olmak istemezdi. Çünkü gerisi bir formalite idi.
Çok yakışıklı bir erkek ya da çok güzel bir kadın bile çocukluğundaki sorunlardan dolayı bu hastalığa yakalanmış olabilir. Sürekli eş değiştirmeleri kendilerince ya da etraflarınca çapkınlık olarak görülebilir ve iltifât görebilirler. Ama bence patalojik bir durumdur ve tedavi gerektirir.
İnanın tedavisi de çok kolaydır. Ama size acı verebilir. Çünkü tedavi sonucunda eski güzel yaşamınız yerine, tercihen tek eşli yaşamanız ve bu ilişkiyi bir süre devam ettirmeniz beklenir.
Sonuçta eskisi gibi lüzumsuz enerji harcamanız da gerekmez. Enerjinizi kendiniz ve eşiniz için harcarsınız. Eskisinden daha da mutlu olduğunuzu görürsünüz.
Bir kaç ilişkisi olanları anlarım. Değişik tadların peşinde koşabilirler. Ama onlarca ya da yüzlerce eşiniz olduysa? Aralarında bir fark görebiliyor musunuz? Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Thomas'ın aradığı detayları mı arıyorsunuz? Hayır, gerçekten çok az fark var. Ve bu fark, matematikte bir limitin sonsuza giderken kesrin sabit bir sayıya yaklaşması gibi, deneyiminiz belli bir üst limiti aştıktan sonra artık farkedilmez oluyor.
Peki hâlâ niye insanlar skor peşinde koşar?
Çünkü aslında onlar olabildiğince fazla erkek/kadın tanımaya çalışmıyor, arada fark aramıyorlar. Temelde eksik özgüvenlerinin onaylanmasını bekliyorlar. Sevgi eksiklerini tamamlamaya çalışıyorlar.
Her birlikte olduğu kişi, onda yalnızca zafer duygusu uyandırır. Yine elde etmiştir, hâlâ iyidir, hâlâ beğenilmektedir. Zafer onundur.
İnanın bir zamanlar yatağa götürdüğüm kadınları çıplak gördüğümde, canım onlarla birlikte olmak istemezdi. Çünkü gerisi bir formalite idi.
Çok yakışıklı bir erkek ya da çok güzel bir kadın bile çocukluğundaki sorunlardan dolayı bu hastalığa yakalanmış olabilir. Sürekli eş değiştirmeleri kendilerince ya da etraflarınca çapkınlık olarak görülebilir ve iltifât görebilirler. Ama bence patalojik bir durumdur ve tedavi gerektirir.
İnanın tedavisi de çok kolaydır. Ama size acı verebilir. Çünkü tedavi sonucunda eski güzel yaşamınız yerine, tercihen tek eşli yaşamanız ve bu ilişkiyi bir süre devam ettirmeniz beklenir.
Sonuçta eskisi gibi lüzumsuz enerji harcamanız da gerekmez. Enerjinizi kendiniz ve eşiniz için harcarsınız. Eskisinden daha da mutlu olduğunuzu görürsünüz.
Cuma, Nisan 07, 2006
Antropolojiye devam
Sizi bilmem, ama ben prezervatifin sex sırasında verdiği değil, sexten sonra verdiği duygudan rahatsızım. İstediği kadar ince, kaygan ya da başka bir şey olsun. Zevki belki de çok değiştirmiyor ama kesinlikle sex sonrasındaki rahatlamayı engelliyor.
Çünkü prezervatif varsa, doğaya karşı geldiğimi düşünüyorum. Doğa bize öncelikle hayatta kalmamızı, sonra da neslimizi devam ettirmemizi emrediyor. Temelde tüm davranışlarımızın alt programında da bu hayvansal güdüler var. Daha iyi bir nesil için, en sağlıklı ve çocuklarımıza en iyi bakacağına inandığımız erkek ya da kadınlar seçip, evlenmeye çalışıyoruz. Ve ne yaparsak yapalım, çocuk doğurmayınca da kendimizi hep eksik hissediyoruz. Hepimiz sebebini bilmesek de bunu yapıyoruz, sonra da "bana bakar" ya da "çok şirinler" diye açıklıyoruz.
Hayır programımız böyle, neslimizi devam ettirmeliyiz.
İşte bu nedenle prezervatif kullanınca bunu yapamadığımı, başaramadığımı hissediyorum.
Ama eğer prezervatif yoksa, işte o anda tüm benliğimle erkek olarak elimden geleni yaptığımı, geriye kalanın yalnızca doğaya kaldığını hissediyorum.
Bu çok önemli, bir düşünün... Sonucunda çocuk olması bir felâket olabilir. Ama bu sonraki insâni dönem. Ben orgazmın hemen sonrasından bahsediyorum. Yani hâlâ hayvansal olarak davrandığımız andan.
Bir düşünün...
Çünkü prezervatif varsa, doğaya karşı geldiğimi düşünüyorum. Doğa bize öncelikle hayatta kalmamızı, sonra da neslimizi devam ettirmemizi emrediyor. Temelde tüm davranışlarımızın alt programında da bu hayvansal güdüler var. Daha iyi bir nesil için, en sağlıklı ve çocuklarımıza en iyi bakacağına inandığımız erkek ya da kadınlar seçip, evlenmeye çalışıyoruz. Ve ne yaparsak yapalım, çocuk doğurmayınca da kendimizi hep eksik hissediyoruz. Hepimiz sebebini bilmesek de bunu yapıyoruz, sonra da "bana bakar" ya da "çok şirinler" diye açıklıyoruz.
Hayır programımız böyle, neslimizi devam ettirmeliyiz.
İşte bu nedenle prezervatif kullanınca bunu yapamadığımı, başaramadığımı hissediyorum.
Ama eğer prezervatif yoksa, işte o anda tüm benliğimle erkek olarak elimden geleni yaptığımı, geriye kalanın yalnızca doğaya kaldığını hissediyorum.
Bu çok önemli, bir düşünün... Sonucunda çocuk olması bir felâket olabilir. Ama bu sonraki insâni dönem. Ben orgazmın hemen sonrasından bahsediyorum. Yani hâlâ hayvansal olarak davrandığımız andan.
Bir düşünün...
Çarşamba, Mart 08, 2006
Ebelendim...
YAPTIĞIM İKİ İŞ
- Dünyayı dolaşmak
- Çocuk sahibi olmak
DEFALARCA İZLEYEBİLECEĞİM İKİ FİLM
- Tosun Paşa ve türevleri
- Sex, Lies & Videotape
SEVDİĞİM DÖRT TV PROGRAMLARIM
- Ally Mc Beal
- Nip/Tuck
- Desperate House Wives
- Sponge Bob
TATİL İÇİN GİTTİĞİM YERLER
- Çeşme
- Los Angeles
EN SEVDİĞİM DÖRT YİYECEK
- Kebap
- Arapsaçı
- Enginer
- Şevketi Bostan
ŞUANDA OLMAK İSTEDİĞİM DÖRT YER
- St.Petersburg
- Dar-es Salaam
- Los Angeles
- Kuala Lumpur
Salı, Mart 07, 2006
Aldatmak üzerine
İddialı bir şey söyliyeceğim. Hemen savunmaya geçmeyin. Bir tez bu, tartışalım...
Evli bir çift düşünün. Nedir en büyük günah? Aldatma değil mi? Nedir sonucu? Boşanma değil mi?
Niye peki? Çünkü programımız öyle. Ama öyle çiftler var ki, ilişkileri tamamen kötü değil, bazı aksayan taraflar var. Ya da bir tarafın bazı geçici hevesleri var. Eğer yakalandı mı, gitti bütün her şey çöpe, tam anlamıyla yıkım bekliyor sizi hayatta.
Peki eğer bir sapıklık yoksa ortada, niye taraflar bu tarz eğlence peşinde koşuyor? Karısından/kocasından memnun ama gururu okşansın istiyor, daha iyi bir seks istiyor, daha farklı bir seks istiyor, heyecan istiyor... İstiyor bir şeyler. Bunları tatmin etmeden ölüp gitmekten korkuyor. Denemekten ne çıkar diyor. Bazen belki bir flört seviyesinde kalıyor, bazen sonuna kadar gidiyor.
Millet tepkiseldir Hülya Avşar'a. Sanatını bilmem ama evliliğe bakışı benim düşüncelerime çok paralel. Bakar mısınız örneğin şu habere?
İddiam şu ki, evlilikler bu tarz nedenlerden dolayı bitmemeli, insanlar bu türdeki ihtiyaçlarını doyurmalı ve evlerine dönüp normal ilişkilerine devam etmeli. Diyorum ki her çift aldatmalı!
Aksi halde, boşanacaksın ve aslında sevdiğin kişinin sana haksızlık ettiğini düşünüp ondan nefret edeceksin, belki de o hala seni seviyorken. Çoluk çocuğu perişan ve anne/babasız yetiştireceksin. Hayatı tek başına göğüslemek zorunda kalacaksın. vs vs.
Ya da olmaz, öyle şey yapamam eşime diyecek, tüm duygularını bastıracak ve ruh sağlığın bozuk olarak yaşayacaksın. En küçük sorundan dolayı eşini suçlayacak, aslında nasıl bambaşka bir hayat yaşayabileceğini hayal edeceksin. Yaşlanınca, tüm o istediklerini nasıl da yaşayamadığını düşüneceksin. Uğruna her şeyden vazgeçtiğin çocukların başka yerlerde, kendi hayatlarını yaşarken, sen kendi küçük köşende bunları geçireceksin aklından.
Kimse gelip sana teşekkür etmeyecek... Kendi hesaplaşmanla başbaşa kalacaksın...
İyiysen, kendini iknâ edeceksin doğru yaptığına...
Yoksa bir iç sızısı ile bitireceksin ömrünü...
Evli bir çift düşünün. Nedir en büyük günah? Aldatma değil mi? Nedir sonucu? Boşanma değil mi?
Niye peki? Çünkü programımız öyle. Ama öyle çiftler var ki, ilişkileri tamamen kötü değil, bazı aksayan taraflar var. Ya da bir tarafın bazı geçici hevesleri var. Eğer yakalandı mı, gitti bütün her şey çöpe, tam anlamıyla yıkım bekliyor sizi hayatta.
Peki eğer bir sapıklık yoksa ortada, niye taraflar bu tarz eğlence peşinde koşuyor? Karısından/kocasından memnun ama gururu okşansın istiyor, daha iyi bir seks istiyor, daha farklı bir seks istiyor, heyecan istiyor... İstiyor bir şeyler. Bunları tatmin etmeden ölüp gitmekten korkuyor. Denemekten ne çıkar diyor. Bazen belki bir flört seviyesinde kalıyor, bazen sonuna kadar gidiyor.
Millet tepkiseldir Hülya Avşar'a. Sanatını bilmem ama evliliğe bakışı benim düşüncelerime çok paralel. Bakar mısınız örneğin şu habere?
İddiam şu ki, evlilikler bu tarz nedenlerden dolayı bitmemeli, insanlar bu türdeki ihtiyaçlarını doyurmalı ve evlerine dönüp normal ilişkilerine devam etmeli. Diyorum ki her çift aldatmalı!
Aksi halde, boşanacaksın ve aslında sevdiğin kişinin sana haksızlık ettiğini düşünüp ondan nefret edeceksin, belki de o hala seni seviyorken. Çoluk çocuğu perişan ve anne/babasız yetiştireceksin. Hayatı tek başına göğüslemek zorunda kalacaksın. vs vs.
Ya da olmaz, öyle şey yapamam eşime diyecek, tüm duygularını bastıracak ve ruh sağlığın bozuk olarak yaşayacaksın. En küçük sorundan dolayı eşini suçlayacak, aslında nasıl bambaşka bir hayat yaşayabileceğini hayal edeceksin. Yaşlanınca, tüm o istediklerini nasıl da yaşayamadığını düşüneceksin. Uğruna her şeyden vazgeçtiğin çocukların başka yerlerde, kendi hayatlarını yaşarken, sen kendi küçük köşende bunları geçireceksin aklından.
Kimse gelip sana teşekkür etmeyecek... Kendi hesaplaşmanla başbaşa kalacaksın...
İyiysen, kendini iknâ edeceksin doğru yaptığına...
Yoksa bir iç sızısı ile bitireceksin ömrünü...
Perşembe, Şubat 02, 2006
Öne çıkma...
Nasıldır egonuzla aranız? Tapar mısınız egonuza? Yoksa yerlerde sürünmesine izin mi verirsiniz?
Nasıl bir öne çıkma, kendini ortaya atma, sivrilme isteği var şu toplumda anlıyamıyorum. İllâ ki onun hakkında konuşulsun, onun hayatı irdelensin, onun fikirleri öğrenilsin istiyor insanlar.
Nasıl eziliyorsa artık yurdum insanı, kendinin aslında o kadar ezik, silik ve bir hiç olmadığını, onun da bir fikri olduğunu, düşündüğünü, yaşadığını, yâni bu dünyada var olduğunu herkes bilsin istiyor.
Bunu yalnızca Mehmet Ali Erbil'dekiler için söylediğimi sanmayın. Her seviyeden insandan bahsediyorum. Ezik olma yalnızca lümpen-proletaryaya özgü bir hastalık değildir. İnsanlar eğitimli ve varlıklı olsalar da ezik olabilir. Hemen kendilerini de belli ederler zaten, yüksek sesle konuşurlar, ne kadar çok seyahat ettiklerini ya da geçen gün ne kadar lezzetli bir şey yediklerini, içtiklerini anlatırlar. PDA, saat vb gibi pahalı bir şeyleri varsa, hemen ortaya atarlar.
Ama çok zekileri de vardır: aslında konuşmaktan hoşlanmıyor gibi yaparlar. Cool görünürler. Yemeyin... İçlerindeki anlatma baskısını -iyiyseniz- yüzlerinden anlarsınız. Konu geçince hemen gözleri parlar. Bir şekilde konuya dâhil olmak için yanıp tutuşurlar.
Bu insanlar bir topuk taşı gibidir, atarsan suya, hemen yukarıya çıkarlar. Ağırlıkları yoktur. İçi boştur. Ne kendilerine, ne de topluma faydaları vardır. Zerâfet sahibi değillerdir. Trendleri tâkip ederler. Bu nedenle de bir beğeniye uygun değil, kendilerini gösterecek şeylere paralarını harcarlar.
Örneğin bir simitçinin cep telefonu sahibi olması gibi, algılayacak kulakları veya rafine müzik zevkleri olmadığı hâlde üst seviye video veya ses sistemlerine sahip olurlar, sonra da Kurtlar Vadisi seyreder ya da Gülben Ergen dinlerler. Tabiî ki millete hava atmak için bir Vivaldi -4 Mevsim de bulundururlar köşede.
Bluetooth'un ne olduğunu bilmese de bluetooth'lu telefon alırlar, uyduruk kameralara para harcarlar, best seller kitap okurlar, evlerinde kitsch eşyalar bulundururlar.
Fikir sahibi değillerdir, bir sürü detay konuda, gazetede başlığını okudukları ya da geçen gün arkadaş sohbetinde duydukları aracılığıyla bir bilgi sistemine sahip olurlar. Bu nedenle de bilgiler hep dillerinin ucundadır, çıkmaz bir türlü. Sığ denizlerde yüzerler, derinler korkutur onları, kalabalığı tâkip ederler.
İnsan-i Kâmil olmak için atılması gereken adımlardan biri de budur. Egonuzla barışık olmak.
Eğitmeli insan kendisini bu konuda...
Bir konuda bir şey biliyorken, anlatmamak da bir erdemdir.
Nasıl bir öne çıkma, kendini ortaya atma, sivrilme isteği var şu toplumda anlıyamıyorum. İllâ ki onun hakkında konuşulsun, onun hayatı irdelensin, onun fikirleri öğrenilsin istiyor insanlar.
Nasıl eziliyorsa artık yurdum insanı, kendinin aslında o kadar ezik, silik ve bir hiç olmadığını, onun da bir fikri olduğunu, düşündüğünü, yaşadığını, yâni bu dünyada var olduğunu herkes bilsin istiyor.
Bunu yalnızca Mehmet Ali Erbil'dekiler için söylediğimi sanmayın. Her seviyeden insandan bahsediyorum. Ezik olma yalnızca lümpen-proletaryaya özgü bir hastalık değildir. İnsanlar eğitimli ve varlıklı olsalar da ezik olabilir. Hemen kendilerini de belli ederler zaten, yüksek sesle konuşurlar, ne kadar çok seyahat ettiklerini ya da geçen gün ne kadar lezzetli bir şey yediklerini, içtiklerini anlatırlar. PDA, saat vb gibi pahalı bir şeyleri varsa, hemen ortaya atarlar.
Ama çok zekileri de vardır: aslında konuşmaktan hoşlanmıyor gibi yaparlar. Cool görünürler. Yemeyin... İçlerindeki anlatma baskısını -iyiyseniz- yüzlerinden anlarsınız. Konu geçince hemen gözleri parlar. Bir şekilde konuya dâhil olmak için yanıp tutuşurlar.
Bu insanlar bir topuk taşı gibidir, atarsan suya, hemen yukarıya çıkarlar. Ağırlıkları yoktur. İçi boştur. Ne kendilerine, ne de topluma faydaları vardır. Zerâfet sahibi değillerdir. Trendleri tâkip ederler. Bu nedenle de bir beğeniye uygun değil, kendilerini gösterecek şeylere paralarını harcarlar.
Örneğin bir simitçinin cep telefonu sahibi olması gibi, algılayacak kulakları veya rafine müzik zevkleri olmadığı hâlde üst seviye video veya ses sistemlerine sahip olurlar, sonra da Kurtlar Vadisi seyreder ya da Gülben Ergen dinlerler. Tabiî ki millete hava atmak için bir Vivaldi -4 Mevsim de bulundururlar köşede.
Bluetooth'un ne olduğunu bilmese de bluetooth'lu telefon alırlar, uyduruk kameralara para harcarlar, best seller kitap okurlar, evlerinde kitsch eşyalar bulundururlar.
Fikir sahibi değillerdir, bir sürü detay konuda, gazetede başlığını okudukları ya da geçen gün arkadaş sohbetinde duydukları aracılığıyla bir bilgi sistemine sahip olurlar. Bu nedenle de bilgiler hep dillerinin ucundadır, çıkmaz bir türlü. Sığ denizlerde yüzerler, derinler korkutur onları, kalabalığı tâkip ederler.
İnsan-i Kâmil olmak için atılması gereken adımlardan biri de budur. Egonuzla barışık olmak.
Eğitmeli insan kendisini bu konuda...
Bir konuda bir şey biliyorken, anlatmamak da bir erdemdir.
Pazartesi, Ocak 02, 2006
Yaptığın için pişman ol....
Sanırım Nil Karaibharimgil yeni yazmaya başladı Hürriyet'de. Gecenin bir yarısı uyuyamayıp net'e bir bakayım dediğimde yazısıyla karşılaştım ve hoşuma gitti birinin daha benimle aynı fikirde olması.
Yıllardır hep karşılaşırım bu ikilemle: bir şey ki, yapsam da pişman olacağım, yapmasam da... Yapıyorum... Bir çok kişi yapmamayı tercih eder. Daha güvenlidir çünkü.
Örnek mi? Biriyle bir ilişki meselâ. Yani çok da istediğim gibi değil, biliyorum ki sonra sorunlar çıkacak. Ama çok da arzuladığım biri... Birlikte oluyorum. Sorunlarıyla sonra uğraşırım. Ânı yaşayacaksak, şimdi onunla olmalı. Hesaplar sonra yapılabilir...
Basit bir keyif maddesi örneğin. Nasıldır acaba keyfi? Hiç denedin mi? Yoo hep mi korktun?
O partide çok içip dağıtmak meselâ. Boşver abi, araba kullanacağım, adam gibi takılalım diye gruptan uzak mı kalmak, yoksa siktir et arabayı, taksiyle dönerim, sabaha kadar dans mı demek?
Ben buna mantığınla değil, kalbinle karar verme diyorum. Çünkü mantık hep negatif çalışır ve edilgen tavra iter, kalpse pozitif çalışır, etken duruma iter böyle koşullarda. Yap o zaman, ne duruyorsun?
Hayat kısa çünkü... Gün gelipte yaşlandığımda, dönüp baktığımda hayatıma, yapmadığım için pişman olduğum şeyler silsilesi ile karşılaşmak istemiyorum. Bu bence bir insanın başına gelebilecek en kötü şey.
İdealde bu hayatın her ânında uygulanmalı. Yapabilmek çok kolay değil. Ama iyi tarttıktan sonra karar verilmeli ve uygulanmalı. Nil'in dediği gibi, zamanı gelince arabayı ters yöne sürüp aynadan bakmalı geçmiş hayata, ön camdansa yeni yaşama. Eğer yol müsâit değilse, doğru an beklenmeli ve dönmeli...
O işten istifa etmeli, o sevgili bırakılmalı, terk-î diyar eylenmeli...
Yıllardır hep karşılaşırım bu ikilemle: bir şey ki, yapsam da pişman olacağım, yapmasam da... Yapıyorum... Bir çok kişi yapmamayı tercih eder. Daha güvenlidir çünkü.
Örnek mi? Biriyle bir ilişki meselâ. Yani çok da istediğim gibi değil, biliyorum ki sonra sorunlar çıkacak. Ama çok da arzuladığım biri... Birlikte oluyorum. Sorunlarıyla sonra uğraşırım. Ânı yaşayacaksak, şimdi onunla olmalı. Hesaplar sonra yapılabilir...
Basit bir keyif maddesi örneğin. Nasıldır acaba keyfi? Hiç denedin mi? Yoo hep mi korktun?
O partide çok içip dağıtmak meselâ. Boşver abi, araba kullanacağım, adam gibi takılalım diye gruptan uzak mı kalmak, yoksa siktir et arabayı, taksiyle dönerim, sabaha kadar dans mı demek?
Ben buna mantığınla değil, kalbinle karar verme diyorum. Çünkü mantık hep negatif çalışır ve edilgen tavra iter, kalpse pozitif çalışır, etken duruma iter böyle koşullarda. Yap o zaman, ne duruyorsun?
Hayat kısa çünkü... Gün gelipte yaşlandığımda, dönüp baktığımda hayatıma, yapmadığım için pişman olduğum şeyler silsilesi ile karşılaşmak istemiyorum. Bu bence bir insanın başına gelebilecek en kötü şey.
İdealde bu hayatın her ânında uygulanmalı. Yapabilmek çok kolay değil. Ama iyi tarttıktan sonra karar verilmeli ve uygulanmalı. Nil'in dediği gibi, zamanı gelince arabayı ters yöne sürüp aynadan bakmalı geçmiş hayata, ön camdansa yeni yaşama. Eğer yol müsâit değilse, doğru an beklenmeli ve dönmeli...
O işten istifa etmeli, o sevgili bırakılmalı, terk-î diyar eylenmeli...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)